Zaharovo bugün, Britanya yetkililerine şöyle demişti: “Siz, beyler, tarihinizle gurur duyuyor musunuz? Bir seçim yapmalısınız. Ya insan haklarından yana olacaksınız, ya da tarihinizle gurur duyacaksınız!”
#Fontana, Zaharova’nın bugünkü tarih dersini yazmış. Fontana, muhaliftir; haberinde Rusya’ya yönelik açıkça alaycı bir tını, hatta “rakibini canavarlaştırma çalışıyor” iddiası da var. (Hakikaten, şu Rusya’da basın hürriyeti diye bir şey yok canım.) fontanka.ru/2018/04/19/125/
Ama gene de toplam 17 sayfa tutan bu tarih dersini özetlemiş. Zaharova’nın listesinde şunlar var: (1) 1899-1902 Boer savaşları sırasında, İngiliz ordusu komutanı Lord Kitchener’in icadı olan ölüm kampları. Kampların adı da: “Kurtuluş Yerleri.”
(2) 1689’dan 1947’ye kadar 150 yıllık Hindistan hâkimiyeti. Britanya bu ülkeye girmeden Hindistan dünya ekonomisine yüzde 23 gelir sağlıyordu; çıkarken bu oran yüzde 4’e düşmüştü. (3) 1943’te Bengal’de açlık; bilanço: dört milyon ölü.
(4) 1884’te Hindistan’da Sepoy ayaklanmasının bastırılması. V. Vereşçagin’in şu tablosu, bu ayaklanmada verilen idam cezalarının nasıl infaz edildiğini resmeder: topun önüne bağlayıp ateşleyerek. stoicka.ru/Joomla_3.2.0_F…
(5) 1919’da Pencap’ta Britanya askerleri tarafından hasat bayramı için toplananların üzerin ateş açılması. (6) Afrika’da kölecilik: yaklaşık 1621’den itibaren 13 milyon Afrikalı köleleştirildi. (7) Liberalizmin babası John Locke, köleciliği kutsar, meşrulaştırır.
(8) Kıbrıs ve Filistin’de 1830-1948 arasında Yahudilerin toplandığı kamplar. Ölüm cezası yaygın olarak uygulanırdı. (9) Avustralya’da aborijenlerin yüzde 95’inin yok edilmesi. (10) Tazmanya’da 19. yüzyılın ilk yarısında nüfusun neredeyse tamamının yok edildiği “kara savaş.”
(11) Zulu soykırımı (1870) ve Kenya’da Kikuyuların yok edilmesi (1954). (12) Kenya demişken: Obama’nın babasının Britanya işkencelerinden geçtiğini de eklemiş. (13) Çin’de halkın onlarca yıl boyunca eroin bağımlısı kılındığı afyon savaşları (19. yüzyıl).
(14) Araplar ve Yahudiler arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesi. (15) 1920 baharında Mezopotamya’da Arap isyanlarına karşı kimyasal silah kullanılması. Hardal gazı kullanılması emrini bizzat Churchill vermişti.
(16) 1944: Mısır’daki Yunan ordusunun isyanının acımasızca bastırılması; 10 bin Yunan subay ve asker, Libya, Eritre ve Sudan’daki toplama kamplarına atıldı. (17) 2010-2013 arasında Afganistan’da sivillere yapılan hava saldırıları ve sorumluluğunun Afgan ordusuna yıkılması.
(18) Malum, 2003-2010 arasında Irak. Bu savaşa karşı daha sonra 326 dava açıldı ve toplam 20 milyon sterlin tazminat ödendi. (19) Diğer bir malum daha: “Licensed to kill”, Ian Fleming’in icadı değildi; yazar bunu Britanya arşivlerinden bulmuştu.
(20) Rusya’da 1906’da Rasputin’in öldürülmesi. Bunu bilmiyordum; ilginç. İddia, Rasputin’in Webley 455 model Britanya tabancasıyla öldürülmesine dayandırılıyor.
(21) Britanya casusu Baroness Park of Monmouth tarafından 1961’de Lumumba’nın öldürülmesinin örgütlenmesi. Barones bunu, 2010’da ölümünden az önce itiraf etmişti.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Çokuluslu ülkeler sosyal psikoloji açısından ikiye ayrılabilir: milli kimlikleri kan bağı olarak görenler ve milli kimlikleri kültürel bağ olarak görenler. Birinciye, malum, Türkiye örnek, ama sadece o değil: aslında (sözgelimi) Almanya da bu durumda.
Orada da Almanlık, pasaportla değil kanla ilgili ve bildiğim kadarıyla bu durumun hukuki bir temeli de var. 2000’lerde “aşırıcılık yanlısı” yabancı kökenli Almanların pasaportlarının alınması, sınırdışı, Kamerun gibi Afrika ülkelerine sürgününün tartışıldığını hatırlarsınız.
Ama Alman kökenli Almanlara (gülünç bir ifade, ama başka nasıl söylenebilir bilmiyorum) bu tür yaptırımlar hiç gündeme gelmedi. “Alman kanı” taşıyan Polonyalılara, Baltıklılara vb. hızla vatandaşlık verildiğini de biliyoruz.
İnsan hakikaten, anlaşılan vahabi barbarlığıyla dilim dilim edilen şu Suud “gazeteci” olayının ortaya çıkardığı şuursuzluk seviyesi karşısında afallıyor.
Diyorsun ki:
— Bu adam gazeteci değil, olsa olsa Suud barbarlığının aklayıcısı bir istihbarat operatörüydü. …
— Bu adam “yandı gülüm keten helva, şu cânım adamın ılımlı islamı bizim pabucumuzu dama attırıyor” diye ağlaşan liberal zevatın büyük aşkı MbS ile it dalaşı yüzünden, düşmanının ve kendinin nesebine, savunduklarına ve alkışladıklarına uygun şekilde yok edilmiş olmalı. …
— Bu istihbarat operatörüne rejimin masum bir kurbanı muamelesi yapmayın, bu adam suçluydu, burada mesele, bir suçlunun başka suçlular tarafından yok edilmesidir. …
Size, özgün bir örgün eğitim deneyiminden söz edeyim.
Bolşevikler iktidara geldiklerinde ülke nüfusunun üçte ikisinden çoğu okuma yazma bilmiyordu. Bu nedenle, daha iç savaş devam ederken, 1919 kasım ayında ünlü “Cehaletin tasfiyesi kararnamesi” yayınlandı.
Böylece, başta endüstri ve kolhoz işçileri olmak üzere bütün Sovyet yurttaşlarının anadillerinde veya Rusça okuma yazma öğrenmesi şart koşuldu.
Bu, azınlık ve ulus kültürlerinin anadillerinde geliştirilmesi ve yazılı-eğitsel hale getirilmesini de kapsayan zorlu bir çalışmaydı.
1928’de bu yönde çok özgün bir çalışma başlatıldı. Bu, radyo üzerinden İşçi-Köylü Üniversitesi idi.
Bu devasa büyüklükteki ülkenin her yerinde radyo alıcısını besleyecek enerji kaynağı bulunmadığı için, detektörlü radyo (veya kristal radyo) denilen özel alıcılar kullanılıyordu.
Takip eden biri, benim eski tweetlerimden, “omurgasızlığımı” keşfetme iddiasıyla olsa gerek, Nuray Mert hakkında yazdıklarımdan (sadece “bu yazısını okuyun” mealinde) olumlu olanları bulup çıkarmış. Sataşmak için değil, sataşma saydığımdan da değil. Ama iki şey söylemek gerek.
(1) Mert’in tweetlediğim yazılarına bu vesileyle tekrar baktım. 8 Nisan ve 14 Nisan 2016 tarihli yazılarını saymazsam (gerçi zaten bunlar, o arkadaşın dikkatini çekmemiş), dikkat çektiğim noktalarda önemli ve tavsiye edeceğim yazılar.
Kendi görüşlerimi ise şöyle ifade etmişim:
4 Ağustos 2017: “Ama Nuray Mert bu: her şeyi doğru söyleyecek değil; kendiyle çelişerek müftülük meselesinde saçmalamış. Yarattığı tepki hoşuna gitmiş, budalaca kışkırtıyor.” 5 Ağustos: “düzen yanlısı muhafazakâr bir entellektüel.”
Bu videoyu ben paylaşmadım, TKP paylaştı. Üstelik TKP, bu videodaki görüşlerin, partinin görüşlerinin en rafine hali olduğunu kabul ederek olsa gerek, programın tamamını değil, sadece bu sözleri paylaştı. Dolayısıyla, “zaten onu kastetmemiştir,” demek, naiflik anlamına gelir.
İki nedenle. Bir: dediğim gibi, eğer “cımbızlama” varsa, bu parti tarafından yapılmıştır; bu görüntüler parti tarafından seçilip yayınlanmış, yani program boyunca söylenenlerin en rafine hali olduğu kabul edilmiştir. İtirazınız üzerine görüntüleri tekrar izledim.
TKP tarafından seçilerek yayınlanmış bu görüntülerde şöyle deniyor: “bir tane komünistin [TKP’linin] bulunduğu belediye meclisinde bile yolsuzluk yapamazlar. Halkın çıkarına aykırı kararları alırken oturup düşünürler.” Neyi yanlış anladığımı hakikaten anlamadım.
Merkez-çevre teorisi, en azından Ş. Mardin’in ölümünden beri giderek daha sık anılıyor ve eleştiriliyor. Ancak keramet Mardin’de değil; mesele şu ki, Mardin’in son günleri ve ölümü, aynı zamanda, diktatörlüğün (bu yolları döşeyen) liberalizme de savaş açtığı dönem.
Liberalizm ve onun çağdaş versiyonu neoliberalizm, iktidar karşısında mazoşisttir, çünkü iktidarsızdır: asla iktidar olamayacağını bildiğinden kölece hizmetini her tür diktatörlüğün emrine koşar. Ne ki, Mardin “teori”sinde bu liberal genetikten başka bir teorik temel de var.
Mardin’le ve (Türkiye’nin en azından 70’lerin başından beri gördüğü, daha uzun zaman da göreceği en gerici teori olan) “merkez-çevre” zırvasıyla ilgili çok şey yazıldı. Ben bu zincirde, bu “teori”nin teorik temelini teşkil eden webercilik üzerine kısa birkaç şey söylemek istedim.